İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Pursaklar Belediyesi’nin evsahipliğinde düzenlenen Türk Devlet Geleneği Semineri’nde konuştu. Bakan Soylu’nun konuşmasının tam metni aşağıdaki gibidir:

Bugün bizleri bu güzel mekanda ağırlayan, kıymetli dostum Pursaklar Belediye başkanımız; Pursaklar İlçemizin çok değerli kaymakamı; ve bu güzel programa evsahipliği yapan Pursaklar Kent Konseyi’nin

çok kıymetli başkanı; Akademi camiamızı temsilen aramızda bulunan çok kıymetli akademisyenler, hocalarımız, kıymetli panelistler; bugün bizlerle birarada olan ve samimi olarak ifade etmeliyim ki oldukça önemli bulduğum bir konuda bilgi paylaşımı için buraya teşrif eden değerli misafirlerimiz, kıymetli hanımefendiler, saygdeğer beyefendiler; sizlerle birarada olmaktan duyduğum memnuniyeti ifade ederek sözlerime başlamak istiyor, hepinizi en derin sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Geceyarısı Mersin’den geldik. Mersinli dostlarımızın, sizlere selamlarını ve muhabbetlerini üzerimde bir borç olarak iletmek isterim.

Kıymetli hanımefendiler, saygıdeğer beyefendiler, öncesini ve şu anki müfredatı konusunda bir değerlendirme yapmayacağım ama yaşı benimle aynı olanlar, özellikle ilkokulu 1980’li yılların başında veya 70’lerin sonlarında okuyanlar, iyi hatırlayacaktır. Tarihimizi savaşlar ve olaylar üzerinden anlatmaya çalışan, açık konuşmak gerekirse ülkenin içinden geçtiği güncel siyasi konjonktüre göre siyasallaşmış bir tarih öğrenim metodu ile eğitim aldık. Olaylar, savaşlar, sebepler, tüm bunlar… Oysa ki tarihimiz boyunca değişmeyen; Ortaasya, Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Osmanlı çizgisi boyunca

bir şekilde varlığını sürdürmüş bir değer üzerinden, “devlet geleneğimiz” üzerinden kurgulanmış bir tarih anlatımını tercih edebilirdik. Veya bunu anlatabilirdik.

            Ortaasya’dan bu topraklara hangi anlayışları getirdik; Selçuklu’nun devlete bakışı neydi; İstanbul’un fehtinden sonra Bizans’tan, Roma medeniyetinden hangi alıntıları yaptık; Amerika keşfedildiğinde yerlilerle işgalciler henüz insanlık dışı yöntemlerle savaşırken, bizde köklü bir devlet geleneği nasıl oluşabilmişti; atamalar, tayinler, vezaretler, yani bugünkü bakanlıklar, divan ve divanın toplanma usülleri vesaire… Ve acaba neden vilayetler kanunu gibi bazı kanunlarımız

Osmanlı’dan kalma olup yakın zamana kadar taşınabilmişken, devlet geleneğine ait birçok konuda

sanki uzaydan dün gelmişiz gibi, hiçbir değerimiz, hiçbir birikimimiz hiçbir tecrübemiz yokmuş gibi, nasıl davranabildik?

İşte biz bunları çocuklarımıza ve kendimize hiç anlatmadık. İşte bunu anlatmadığımız için, bunu öğrenmediğimiz ve öğretmediğimiz için Kanun-i Esasi’den beri bir anayasal düzen deneyimi olan;

onun öncesinde de yine örf denilen ciddi bir yazılı kanun düzeni deneyimi olan bu millet; üzülerek söylemek istiyorum ki 27 Mayıs’ı bayram olarak kutlamak ve İki tane darbe anayasasını sineye çekmek zorunda kalmıştır.

Bütün bu soruların ve gerçeklerin varlığı nedeniyle bu toplantıyı çok önemsediğimi İfade etmek istiyor ve katılımcılara, emeği geçenlere tekrar huzurunda teşekkür etmek istiyorum.

Kıymetli dostlar,
Dünyada rollerin değiştiği, politikaların değiştiği, tarihi bir kırılma dönemini hepbirlikte yaşıyoruz.

İkinci Dünya Savaşı’nı ve onu takip eden Soğuk Savaş dönemini bir şekilde atlatan Batı Medeniyeti, Avrupa ve Amerika, bütün değerlerinin kağıt üzerinde yeni baştan yazıldığı, yeni bir medeniyet inşasına yöneldi. Temel kodlarında ekonomik refah; bu refaha bağlı siyasi ve sosyal birlik; bunun getireceği güya global veya en azından bölgesel barış; ve en nihayetinde sağlanacak olan küresel liderlik; dünya savaşlarının tekrarlanmayacağı ve daha yaşanabilir bir yerküreyi insanlıkla buluşturacaktı. Bu vizyonu sosyal zemine oturtacak medeniyet değerleri de aynı şekilde batı tarafından belirlenmeye çalışıldı. İnsan hakları, demokrasi, alabildiğine tanımlanmış özgürlükler,

uluslararası adalet divanları, insan hakları mahkemeleri, işte yakın zamanda gördüğünüz Venedik Kriterleri, Avrupa Birliği Kriterleri; uluslararası kuruluşların dünyayı medeniyet anlamında terbiye etmek için verdikleri raporlar, yaptıkları uyarılar; kredi derecelendirme kuruluşları raporları, uluslararası para fonu, bilinen adıyla İMF’nin raporları, değerlendirmeleri, meşhur niyet mektupları, ülke masası şefleri, tavsiyeleri ve daha bir sürü politika aracı ortaya koydular. Bütün bunların yöneldiği ve dünyaya söylenen, aslında üstü örtük bir biçimde bir amaç ve bir iddia vardı. Bütün bu sistemde hepimize diyorlardı ki “biz bütün acıları test ettik, dünya bütün yanlışları, savaşları, krizleri denedik, artık insanlığın olması gereken standart normlarını, ve yapılması gereken kriterleri, yaşam standartlarını yazdık, sihirli formülleri bulduk. Bunları uygulayacağız ve mutluluğa ulaşacağız.”

Aslında çizdikleri tablo kötü bir tablo değildi. Eğer becerebilseler eğer yapabilselerdi.

            80’li ve 90’lı yıllarda artık karşımızda daha çok idealist, romantik bir medeniyet var zannediyorduk. Hukukun üstünlüğünden, insan haklarından başka irade tanımayan; kendisini din ve ırk ayrımcılığı taassubundan kurtarmış; değerlendirmelerini bu çerçevelerden yapmayı neredeyse büyük ayıp, insan hakları ihlali ve büyük bir hakaret sayan; ekonomik refahın devamının formülünü bulmuş; kalkınma meselesini çözmüş; küresel liderliği, hele de Sovyetler Birliği’nin çöküşü sonrası

tamamen garanti altına almış; İkinci Dünya Savaşı’nın yaşattığı acılardan ders çıkarıp her türlü savaşa ve katliama karşı insanlığı savunan, medeniyet ve idealler coğrafyası bir batı dünyası var zannediyorduk.

            Ama hiç test etmemiştik. Ve gerçekler hiç de öyle değildi.

Önce bosna hersek ve Srebrenitsa katliamı sonrasında o çok övündükleri değerlerinin her ırk ve din için geçerli olmadığını, acı bir maliyetle hem biz, hem de bütün dünya gördü. Müslümanlar Avrupa’nın göbeğinde katledilirken gözler kapandı ve malesef kulaklar tıkandı. “Birleşmiş Milletler Barış Gücü” adı altında neredeyse tek bir mermi atamayan piknik organizasyonları yapıldı. “Haçlı kulübü mü” endişesi belki de ilk kez Srebrenitsa’da ve Bosna’da yaşanan insanlık dramlarında seslendirilmeye başlandı.

            Sonrasında ortak anayasa hayalinin çöktüğü gibi, ortak para projesi de maalesef yürümedi. Euro’nun daha ilk yıllarında, Avrupa Birliği üye ülkelerinden homurtular yükselmeye başladı. 2008-2009 Global ekonomik krizinde bütün sistem sallandı ve neredeyse çökme noktasına geldi. Aslında Avrupa Birliği’nin en büyük güven bunalımı ve güven krizi o ekonomik krizle başladı. Kalkınmaya çalışan ülkelere güya hem balık veren hem de balık tutmayı öğreten İMF’nin hiçbir ülkeyi kalkındıramadığı, bilakis borç ve faiz batağına sürüklediği sorgulanır hale geldi. Ve bütün dünyada aslında bu konuşuldu.

            İnsanlık suçlarıyla, terörle arasına mesafe koymasını beklediğimiz Avrupa’nın, aslında terör örgütlerine, özellikle de bizdeki PKK’ya, DHKP-C’ye farklı farklı ülkelerden destek olduğu, para gönderdiği, silah yolladığı ortaya çıktı. Ve 21.yüzyılın başında iyice patlak veren terör, iç savaş ve göç hareketlerine karşı aldıkları tutum, Batı dünyasının bütün o medeniyet değerlerinin, aslında samimi olmayan, göstermelik bir politika maskesi olduğunu ortaya çıkardı.

            Yani aslında yüzlerine takmak istedikleri iyilik, ortak değerler maskesi düştü ve gerçekler ortaya döküldü. Ve en önemlisi, batının, “merdiveni itmek” olarak tabir edebileceğimiz; kendi medeniyetini geliştiren ama üzerine inşa ettiği değerleri, başkaları için kullanmayan tavrı gözler önüne serildi.

            Kim o merdivenden çıkmak istiyorsa batı o merdiveni itti ve onu düşürdü. Mesela, demokrasi ve ifade özgürlüğü’ne halel getirecek en küçük bir davranışa şiddetli tepkiler gösteren batı, bir de bakıyorsunuz ki bazı ülkelerde, ama özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan doğu ülkelerinde yaşanan

askeri darbeleri görmezden gelebiliyor, kabulleniyor, cunta yönetimleriyle hemen normal ilişkiler tesis edebiliyor.

            Kendi kalkınma tarihlerinde, içeride ürettikleri ürünleri ait sektörleri korumak için yüzde 50’ler civarında gümrük tarifelerini uygulamış olan bugünün gelişmiş ekonomileri; İMF eliyle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere en liberal ekonomi formüllerini, Gümrük Birliği gibi en düşük tarife modellerini ısrarla dayatmakta, hatta İMF ve Dünya Bankası eliyle neredeyse evet bunun için zor kullanmaktadır.

            Terörü araç olarak kullandılar; insanları dinlerine ve ırklarına göre ayrıma tabi tuttular; siyasi menfaat gördükleri konularda bütün demokrasi ölçütlerini rafa kaldırdılar. Ve barış getireceklerini, refah getireceklerini iddia ettikleri dünya, bugün görüyoruz ki fakirlik ve kaosa sürüklenmiştir.

            Meğer onların dünya tasavvuru; gelişmişlik ve refahın hüküm sürdüğü ama duvarlarla çevrili bir batı; bunun karşısında da silahlarını satabildikleri, petrolünü sömürebildikleri, birbirini öldüren Ortadoğu ve Asya şeklindeymiş. Onların tasavvurları bugünkü Suriye bugünkü Irak, bugünkü Mısır, bugünkü Libya, bugünkü Yemen, bugünkü Fas, bugünkü Tunus; onların tasarrufları kan ve gözyaşı. İşte bugün bu anlayışın çöktüğü, namlusunun kendilerine döndüğü, değerlerini çiğneyen, bütün hesaplarının şaştığı bir 21.yüzyıl başlangıcını hep birlikte yaşıyoruz.

            İşte bugün Avrupa ile 16 nisan üzerinden daha görünür bir şekilde yaşadığımız ama evveliyatı da olan bu sürtüşme, Türkiye’nin bu rol dağılımına itirazı ve Türkiye’nin yeni konumunu iyi anlama ve dünyaya iyi anlatabilme olmalıdır. Türkiye artık onların uydusu ve müttefiki değildir. Türkiye, evet dünyadaki bütün ülkelerle iletişim kurabilir. Müttefik de olabiliriz. Ama bunu tırnak içinde söylüyorum ki “Türkiye ayakları üzerininde durabilen, geleceğe bakabilen, kendi değerlerinden kopmayan, dünyanın bugün içinde bulunduğu anlam ve mana boşluğunda tamamlayabilen bağımsız bir ülkedir.”

Bu itibarla yaşanan süreç, AB’den bir kopuş değil ilişkilerin ve kuralların yeniden belirlenme sürecidir.    Kıymetli hanımefendiler, saygıdeğer beyefendiler,

Batı ile bizim durduğumuz yeri, karşılıklı pozisyonumuzu çok iyi herkes okumak zorundadır.

Türkiye, hem jeopolitik konumu, hem de tarih ve medeniyet birikimi açısından bu tablodaki en önemli oyuncudur. Dün de ifade ettim, Batı dünyası eğer burada bir oyun kuracaksa, ya Türkiye’yi bu işin en başat aktörü olarak kabullenmek zorundadır, ya da Türkiye’yi bir şekilde safdışı bırakmak, etkisiz hale,

getirmek, kımıldayamaz hale getirmek zorundadır.

Batı dünyası Ortadoğu’yu şekillendirmeye başladığı yıllardan itibaren, yani 40’ların sonu 50’lerin başından itibaren Türkiye için, hep ikinci şıkkı seçmiştir. Çok partili siyasi hayata geçip altyapısını ve demokrasisini güçlendirmeye başlayan Türkiye’de 27 mayıs 1960’ta organize ettikleri askeri darbe,

Türkiye’yi etkisizleştirme projesinin de ilk adımıydı. Darbe gerçekleştirildi. Milletin adamları idam edildi. Bir darbe anayasası hazırlandı. Ve Türkiye’ye, sivil siyasete “bu sizin yol haritanız, bundan dışarı çıkarsanız, işte sizi böyle yaparız” denildi. İfade etmkek istiyorum: Türkiye, evet 1960’ta bu meşhur darbeden sonra 1961’deki anayasayla birlikte bir yolculuğa başladı. Kurallarımız orda belirlendi. Nerede duracağımız, kimin ülkeyi yönetebileceği, milletin bu işe ne kadar müdahale edebileceği, milletin seçtiği liderlerin nereye kadar gidebileceği orada belirlendi. Burada sonunda söylemek istiyorum. Aslında bugün bu anayasayı savunanlara, hararetle savunalara söylemek istiyorum. Bugün bu ülkede 1961 Anayasası da, onun kuvvetlendirdiği ve güçlendirdiği 1982 Anayasası da rahmetli Adnan Menderes’in kanı üzerine bina edilmiş anayasalardır. Bu anayasa hayırsız bir anayasadır. Ve Türkiye bu anayasanın hayırsızlığını, yıllarca sırtında bir kambur gibi yaşamak zorunda kalmıştır.

            Aziz milletimiz ve Türkiye ayağına sürekli olarak prangalar yemiştir. Darbelerle, muhtıralarla, darbe anayasalarıyla, ekonomik krizlerle, PKK terörü ile pranga yemiştir. Birgün bizi terör üzerinden yönetmişlerdir; birgün bizi anarşi üzerinden yönetmişlerdir; birgün biri evet enflasyon, ekonomik krizler üzerinden yönetmişlerdir; birgün bizi kıyafetlerimiz üzerinden başı açık başı örtülü diye yönetmişlerdir. Birgün bizi bu ülkede mezheplerimiz üzerinden yönetmişlerdir. Birgün bizi etnik kökenlerimiz üzerinden yönetmişlerdir. Birgün bu ülkede bizi laik- irticacı diye ayırarak yönetmişlerdir. Ve şunu çok net bir şekilde ifade etmek istiyorum: Yıllardan beri 1961’de oluşturdukları kurallarla birlikte bu ülkeyi her on yılda bir uyarmayı, geri götürmeyi, tüm maliyetlerini de eli nasırlı, alnının teriyle para kazanmaya çalışan, evden “Bismillahirrahmanirrahim” diye çıkan bu ülkenin insanına ödettirmeyi maalesef başarabilmişlerdir.

            Biz 1699’dan beri gerileme dönemi içerisindeyiz. Evet iki defa bu gerileme dönemini aşmaya çalıştık. Özellikle cumhuriyet tarihimizde. Birincisi güzel Cumhuruyetimiz kurulduğu zaman itibariyle. Ama müsaade etmediler. İkincisi 1950’de yani milletin evet ben yönetmeye talibim, kendi reyimle, oyumla yönetmeye talibim dediği o günlerde. Ona da müsaade etmediler. Ama şimdi tarihin önemli bir dönemecindeyiz. Tarihin önemli bir zaman dilimindeyiz. Evet bu büyük millet büyük bir karar arifesindedir. Biz kimsenin tahtında oturmuyoruz. Biz ekleme bir millet ekleme bir millet de değiliz. Biz kimin tahtında oturduğumuzu biliyoruz. Biz Osman Gazi’nin tahtında oturuyoruz. Biz Orhan Gazi’nin tahtında oturuyoruz. Bir Ertuğrul Gazi’nin tahtında oturuyoruz. Biz Yavuz Selim’in tahtında oturuyoruz. Biz Fatih Sultan Mehmet Han’ın tahtında oturuyoruz. Biz Kanuni Sultan Süleyman’ın tahtında oturuyoruz. Biz ekleme bir millet değiliz. Biz Mevlana torunuyuz. Biz Yunus Emre’nin, Karacaoğlan’ın medeniyetindeyiz. Biz Osmanlı’nın torunları, öyle başkaları gibi kapımıza gelen insanlar bize duçar olduğu zamanlar o duçar olduğu noktada sırtımızı; evet para endişesi yüzünden, kele endişesi yüzünden, “bizim dinimizdendir, değildir” endişesi yüzünden sırtını dönen bir medeniyet değiliz. Biz batı medeniyetlerine benzemeyiz. Biz, anne baba sevgisini bilen bir medeniyetiz. Biz, öğretmenin sadece saygı değil aynı zamanda nefsimizi köreltmek için bize emrolunmuş bir hadise olduğunu bilen bir medeniyetiz. Biz, batı medeniyeti gibi kendi değerlerini unutan bir anlayışa sahip değiliz. Biz aynı zamanda bu ülkede her beş vakit namazda sadece bizi namaza çağırmanın değil aynı zamanda gönlümüze adaletin, gönlümüze vicdanın, gönlümüze ahlakın, gönlümüze ve aklımıza insanlığın ve yaratılış ilkelerimizin ne olduğunu yüklendiği ve bundan korkmayan ve bütün dünyaya karşı aynı altın teraziyi uygulamaya çalışan büyük bir medeniyetiz. Türkiye bu üçüncü itirazını bu sıkıştırmalara karşı daha doğrusu Karlofça’dan itibaren üçüncü yükselme talebini 2002 den beri bir itiraz olarak ortaya koymuştur.

            Türkiye bu itirazın altyapısını da öncelikle batının o ittiği merdiveni kullanarak gerçekleştirmiştir. Ekonomik kalkınmasını sağladı, İMF reçetelerini reddetti, enflasyon ve faizi kontrol altına aldı, altyapı yatırımlarına ağırlık verdi ve önce ekonomik olarak elini güçlendirdi. Yine bunu yaparken, sosyal projelere, demokratik reformlara imza attı. İşte bugün bilinen adıyla uyum yasaları, bunun bir tezahürüdür.

            Keza sosyal alanda şunu söylemek istiyorum: bu ülkede yapmak istedikleri tek bir şey var: Birliğimizi zedelemek. Biz en önemli birliğimizi ve beraberliğimizi İstiklal Mücadelesinde, Kurtuluş Savaşında, bu ülkenin her bir bireyinin bu ülkenin özgürlüğü için, istiklali için ve hürriyeti için kendisini ortaya koyduğu anlayışla gerçekleştirdi. Bundan ürktüler. Andolu’nun yeniden bir araya gelmesinden korktular ve tedbir aldılar. Ve bizi neredeyse bir taraftan İstiklal Mahkemeleriyle, bir taraftan işbirlikçi atıfla, bir taraftan o dönemde bizi ittikleri mezhep çatışmalarıyla, o dönemde bizi ittikleri etnik köken çatışmalarıyla parça pinçik etmeye çalıştılar. Güzel cumhuriyetimizin oluşturduğu bu birlikteliği, bu bütünlüğü bozmak için aynen bugünkü gibi bütün senaryolar, bütün tezgahlar, bütün teşkilatlar ve bütün o oyunların tamamını o dönemde ortaya koydular. Bu insanları ezanını duymaktan yoksun bıraktılar. Bu insanları dinini öğrenmekten yoksun bıraktılar. Bu insanları astıkları ve idam ettikleri başbakandan sonra 27 mayısı 20 yıl ülkede bayram olarak kutlattırıp bu millete eziyet ettiler, işkence ettiler, “efendi biziz” dediler.

            İşte 16 nisan tam buna itirazın adıdır. Artık efendi siz değilsiniz, bu ükleyi yönetebilecek kabiliyette siz değilsiniz, efendi millettir. Bu toprakların sahibi bu vatanın sahibi yöneticisi ve karar vericisi milletir. Ve 21. Asrın başında itibaren, söylemek istiyorum; biz sadece bu ülkede barış yapmadık. Bu ülkede sadece yine altı çizimek için söylüyorum bölünmüş yol yapmadık. Şehir hastaneleri imar ve inşa etmedik. 81 ilde üniversite yapmadık. Biz bu ülkede Boğaz köprülerinden Avrasya tünellerine kadar bütün dünyanın imrendiği projelerin altına imza atmadık. Başka bir şey gerçekleştirdik. Bize güzel cumhuriyetimizin kurulmasıyla yaşattırılmak istenmeyen o birliği bozanlara karşı rahmetli menderesin 50’li yıllarda iktidara gelmesiyle onun oluşturduğu birliği 60’larda onun idamıyla ve darbeyle bozanlara karşı Türkiye Recep Tayyip Erdoğan önderliğinde 21. asrın başlanğıcından itibaren yaptığı en önemli zihniyet devrimi ve yaptığı en önemli mesele bu birliği yeniden tesis etmektir. Bunu çok net söylüyorum. Bizim devlet geleneğimizin en önemli adımı ve en önemli karakteri budur.

            Kürt kendinin kürt olduğunu söyleyecek, Türk kendinin Türk olduğunu söyleyecek, dindar kendinin dindar olduğunu söyleyecek, Alevi kendinin Alevi olduğunu söyleyecek, Sünni kendinin Sünni olduğunu söyleyecek, dindar başı göğe değecek kadar özgür bir şekilde dindarlığını yaşayabilecek. Başörtüsü sebebiyle üniversiteye giremediği, okula gidemediği, memur olamadığı, milletvekili seçilemediği   bir Türkiye değil herkesin eşit olduğu ve herkesin aklıyla fikriyle zihniyetiyle ve sadece yaratılmışların en şereflisi insan olduğu hasebiyle birlikte ülkemizde kabul göreceği bir anlayışı 21. asrın başından itibaren getireceğiz. Kimsenin kısıtlanmadığı, ama sistemi zehirleyen herkese karşı da tedbir alındığı güçlü, kuvvetli bir Türkiye var, tahammül edemedikleri budur.

            Geçmişten bugün farklı olan nokta o… Nedir? Hem sistemi zehirleyecekler hem aramızda münakaşa çıkartacaklar, hem de devletin ve bizlerin bu alanda tedbir almasını engelleyecekler. Yok öyle bir şey. Hep söylüyorum. 780 bin kilo metre kare ve etrafındaki, bizim vicdanımızın, aklımızın gönlümüzün birleştiği, tarihimizin birleştiği coğrafyayla birlikte, her andan her santimekrekaresinden ve her mekanından sorumluyuz. Ben İçişleri Bakanıyım. Şunu çok net bir şekilde söylemek istiyorum. Eğer Güneydoğu’da eğer doğuda o hain terör örgütü, o cani terör örgütü 13 yaşındaki kızlarımızı terör eğitimi verebilmek, terörist yapabilmek için, annesinin sevgisine ihtiyacı olduğu o yaşlarda, annesinin saçlarını okşamasına ihtiyacı olduğu o yaşta, annesinin dizinin dibinde olması gerektiği o yaşta, eğer dağa kaçırıyorsa, bu bizim sorumluluğumuzdur. Kimseye bu sorumluluğu atmıyoruz. Bu bizim sorumluluğumuzdur. Ve çok net ve açık bir şekilde söylüyorum. Oradaki annelerede söylüyorum. Hiç üzülmeyin. Eğer bunu bundan sonra yaparlarsa İçişleri Bakanlığı bize haram olsun, haram olsun.

            Türkiye’de, başörtüsü, kadın hakları, etnik tartışmalar gibi ayrışma aracı olarak istismar edilebilen meselelerin çözümü için adımlar atıldı. Ve Türkiye batı tarafından pasifize edilmek istenen bütün sosyal ve ekonomik dinamiklerini harekete geçirerek, uydu müttefik yerine bağımsız müttefik olarak konumlanmanın altyapısını hazırladı. Ve meseleyi Avrupa Birliğine girmek veya girmemenin çok daha ötesine taşıdı.

            Türkiye bu söylediğimiz olaylarla merdivenden tırmandıkça, 2009 AK Parti kapatma davası, Gezi Olayları, 17-25 aralık darbesi, 6-7 Ekim Olayları ve nihayetinde

15 Temmuz Darbe Girişimi gibi müdahalelerle bizimerdivenden düşürmeye çalıştılar.

            Artık dünyadaki tablo şudur: Bir tarafta yaşlanan nüfusuyla, çöken hayalleriyle, inandırıcılığını kaybeden medeniyet değerleriyle, çökmeye başlayan ekonomisiyle batı dünyası; diğer tarafta önemli enerji kaynaklarına sahip ama savaşlarla ve terörle yıpranmış, yeniden bir inşa sürecinin arefesinde olan, tarihi komşularımız olan doğu medeniyeti. Ve ortada yaklaşık 15 yıldır bir kalkınma hamlesi ortaya koyan; eksiklerini kapatan; kardeşliğini pekiştirmeyi hedef haline getirmiş; hem milli demokrat bir kimlik ortaya koyarak kendi siyasal ve sosyal normlarını kendisi yazan, insaniyet ve medeniyet değerlerinde samimi olan; terörle mücadelesinde samimi olan ve komşusu olduğu Ortadoğu’yu bir savaş alanı değil bir refah alanı olarak görmek isteyen; Batı ile müttefiklik ilişkilerini uydu veya karakol değil bağımsız müttefik olarak organize etmek isteyen bir Türkiye.

Kim hangi itirazı ortaya koyarsa koysun, dünya artık bu resme göre yeniden şekillenmektedir.

Uzakdoğu’nun ekonomik liderliğe oynaması, Rusya-Türkiye ilişkilerinin girdiği yeni dönem, güçlü liderliklerin giderek daha da önem kazanması, artık bu yeni dünya düzeninin müjdeleyicisi olarak

karşımızda durmaktadır.

            Türkiye’nin 16 nisan teklifi, sadece basit bir iç siyasi iktidar meselesi değildir. 16 nisan teklifi, işte biraz önce anlattığım böyle bir fotografa ait çok önemli bir parçadır. Ve bu referanduma batının verdiği tepki bize bütün bu analizlerin ne kadar doğru olduğunu ve ne kadar isabetli bir yolda gittiğimizi ispat etmektedir. Kimse yanlış anlamasın, 2002 öncesinde herhangi bir Avrupa veya Amerikan gazetesine Türkiye’nin haberi çıktığı zaman bizim ülkemizde gündem oluyordu, batı bizi ciddiye aldı da gazetesinde yazı yazdı diye. Şimdi ne oldu da tamamen iç meselemiz olan bir konuda

Avrupa ülkeleri bütün diplomasi kurallarını hiçe sayıyor, bakanlarımıza konsolosluğumuza girme izni verilmiyor, Almanya Başbakanı koşa koşa gidip bizi ABD’ye şikayet ediyor, neredeyse bütün AB ülkeleri 16 nisan için tek tek görüş bildiriyor. Size garip gelmiyor mu? Sadece anayasamızda 18 madde değiştireceğiz ve yeni bir hükümet sistemine geçeceğiz. Bunu Türkiye’de yapıyoruz, başka bir ülkede değil. Biz Almanya’nın anayasasını değiştirmiyoruz. Biz Hollanda’nın anayasasını değiştirmiyoruz. Biz onlar için olan maddeyi milletimizin onayına sunmuyoruz. Ama Avrupa’da neredeyse kıyamet kopuyor, gösteri yürüyüşleri, protestolar vesaire.

            Bence Türkiye bundan rahatsız olmamalı ve bunu istikametinin doğruluğuna işaret olarak algılamalıdır. Elbette ki bu tansiyonu yükseltmeye çalışmanın alemi yoktur ama bu ikaz Türkiye’ye değil, yıllardır hiçbir teröristi iade etmeyen, teröristlere oturum hakkı veren; PKK’ya para ve silah desteği veren; 15 temmuz’a veremedikleri tepkiyle ve sonrasında gelen değerlendirmeleriyle kendi medeniyet değerlerini inkar eden Avrupa’ya yapılmalıdır. Bu tansiyon düşmelidir ama bunun gereğini Türkiye’nin İçişlerine karışan avrupa yapmalıdır. Bizim ülkemizde hiçbir Avrupa ülkesinin liderinin,

kafasına silah dayalı posteri asılmadı. Ama Avrupa’da maalesef kıymetli Cumhurbaşkanımız üzerinden asıldı. Dolayısıyla ortada bir tansiyon varsa, bir gerilim varsa, bunu yaratan elbette ki biz değiliz.

            Aslında bu tavır, 2002’den sonra kıymetli Cumhurbaşkanımızın önderliğinde AK Parti’nin ortaya koyduğu “bağımsız olan Türkiye’nin kendi çıkarları doğrultusunda medeniyetinin anlayışına uygun bir siyaset ortaya koymasına yöneliktir. Ve bütün bu anlattıklarım, aslında Türkiye’nin kendi medeniyet kodlarında olan ve bu toplantının da konusu olan devlet geleneğine dönüşün yansımalarıdır.

Bunu sakın eski kurallara, eski dönemlere dönüş olarak algılamayın. Kastettiğim şey yazılı kurallar değildir. Türkiye, evet 1923’te rejim meselesini çözmüş ve güzel cumhuriyetiyle yolculğuna devam etmiştir. Ve bunun üzerinde herhangi bir tartışmayı ortaya koymak sadece sadece bir zavallılıktır.

            Mesele bir duruş meselesidir. Türkiye, anadolu toprakları üzerindeki 1000 yıllık devlet geleneğini, duruşunu geri kazanmıştır. Batıdan yükselen itiraz işte tam da bu noktadadır. Size sormak istiyorum. Kişi başına bin dolarlık kişi başına gelir seviyesi olan Türkiye Avrupa için dosttu değil mi? 1500 dolar olan Türkiye Avrupa için dosttu değil mi? 2000 dolar olan Türkiye Avrupa için dosttu değil mi? 2500 dolar olan Türkiye Avrupa için dosttu, 3000 dolar olan Türkiye Avrupa için dosttu ama 10 bin dolara gelip altyapısını hazırlayan bir Türkiye; hedefini 25 bin dolara koyan bir Türkiye, 2023, 2053 2071’i hedefleyen bir Türkiye, planlayan bir , “benim içişlerime müdahale etmeyin” diyen bir Türkiye , “ben zengin bir Türkiye, ben özgür bir Türkiye, hür bir Türkiye, dünyaya faydası olan bir Türkiye istiyorum” dediği zaman bu dünyadaki ülkelerin ve etrafımızda Avrupa’da bize dost olarak gözükenlerin reaksiyonunu çekiyor.

            Sadece o mu? Hayır. İnsansız hava uçakları İsrail üzerinden bize gelirken iyiydi. Öyle mi? Biz kendi insansız hava uçağımızı yapınca Türkiye dostluktan uzaklaşıyor. Biz kendi altay tankımızı yapınca, Türkiye dostuktan uzaklaşıyor. Biz kendi Atak helikopterimizi yapınca, Türkiye dostluktan uzaklaşıyor. Biz kendi Cirit füzemizi yapınca, Türkiye dostluktan uzaklaşıyor. Biz kendi otomobilimizi yapıyoruz deyince, Türkiye dostluktan uzaklaşıyor. Biz kendi uçağımızı yapacağız deyince, Türkiye dostuktan uzaklaşıyor. Biz kendi milli uydumuzu yapacağız deyince Türkiye dostluktan uzaklaşıyor. Biz bize bırakılan büyük bir devlet bahçesinin devamıyız, biz geleceğe umutla bakıyoruz deyince Türkiye dostluktan uzaklaşıyor. Biz 25 bin doları hedefleyince Türkiye dosluktan uzaklaşıyor. Ama hastane kuyruklarında insanlarımızın ilaçlarını almak için sırada beklediği anda kalp krizi geçirip hayatını kaybettiği Türkiye; diz üstü çöken bir Türkiye; 500 bin dolarla kapısında gittiğimizde, “emekli maaşlarımızı ödemek için sizden borç istiyoruz” diyen bir Türkiye; zayıf bir Türkiye, güçsüz bir Türkiye evet kendi geleceğini ortaya koyan, darbe ile yönettikleri, liderlerine hakaret ettikleri; rahmetli Turgut Özal’a, Menderes’e, Demirel’e ve en son kıymetli Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’a hakaret etmeye çalıştıkları Türkiye güçsüz bir Türkiye seçme şansı olmayan bir Türkiye dost Türkiye, öyle mi?

            16 nisanda bu ülkede sadece, 50 gr bir oy pusulası ile bir anayasa değişikliği ile ortaya koymayacağız. Biz 16 nisanda 21.yüzyılın başından itibaren başladığımız ve üçyüz yıldır fırsatını beklediğimiz bu yükselişi devam ettirebilmek ve bu ülkenin 1919’daki ve 1923’te attığı o büyük adımları onlarla buluşturabilecek bir bağımsızlık sebebini ortaya koyabilecek adımı gerçekleştirebileceğiz. Bizim ne yaptığımız, ne ortaya koyduğumuzu, ne gerçekleştirdiğimizi iyi bir şekilde biliyoruz. Cumhuriyetimiz iki temel ülkü üzerinden kurulmuştur. Bir tanesi istiklali tamme, yani tam bağımsızlık ötekisi ise eğemenlik kayıtsız şartsız milletindir lafzıdır. Biz son üçyüz yıldır ekonomik olarak en güçlü olduğumuz bir dönemdeyiz. Hem de Allah’a şükürler olsun cumhuriyeti bu iki ilkesine en yakın olduğumuz, onu gerçekleştirebileceğimiz bir dönem içerisindeyiz.

            Bir önemli fırsatımız daha var. Esas çıldırdıkları bu. Kendileri lider zafiyeti çekerken, kendileri lider yoksunluğu çekerken, kendileri bizim devlet geleneğimize sürekli söylenen kahtı bıçak çekerken, bugün bütün dünyaya tecrübesiyle, bilgisiyle, cesaretiyle birlikte, Türkiye kendi lideriyle beraber güçlü bir devlet yolculuğuna devam etmektedir. Recep Tayyip Erdoğan ile birlikte yolculuğuna devam etmektedir.

            Bakınız, benden önce de bakanlar vardı benden sonra da bakanlar olacak. Biz de gelip gideceğiz. Bizim devlet geleneğimiz, bizim millet geleneğimiz, sadece kağıtlara yazılı, sadece kurallara yazılı bir anlayış üzerinden devam etmez. Biz, bizim yaratılışımızın bir kuralı var. Yaratılışımızın bir anlayışı var. İyilikleri anlatacağız ve kötülüklerden sakındıracağız. Devletten aldığımız her adım, milletten aldığımız her adım, insanlık ilişkilerinde attığımız her adım aslında bizim yaratılış gayemizin çerçevesinde yürümektedir, yürüyecektir. Bunu açıkça ifade ediyorum. Bizi dünyadan ayıran, bizi batıdan ayıran, bizi başka ülkelerden ayıran, bizi ete, kana, kemiğe büründüren bizi varlık haline bu coğrafyada varlık haline getiren en önemli unsurun bu olduğunun bir kez daha altını çizmek istiyorum. Biz büyük bir milletiz, biz asil bir milletiz. Ve yıllardan beri bu meseleleri sadece bir araçla çözüyoruz. Üzerimize silahla geldiler, üzerimize tanklarla geldiler, üzerimize f 16’larla geldiler, üzerimize idam sehpalarıyla geldiler. Üzerimize evlatlarımızı sağcı ve soldu diye birbirine düşürüp pusu kurdurmakla geldiler. Üzerimize yüzde 7500 faizle geldiler. Üzerimize, gece yattık gündüz kalktık yüzde 70 devalüasyonla geldiler. Üzerimize fukaralıklarla birlikte geldiler. Üzerimize Alevi-Sünni çatışmalarıyla geldiler. Üzerimize Türk-Kürt çatışmalarıyla geldiler. Üzerimize evet başörtümüze el uzatmayla birlikte geldiler. Değerlerimize el uzatmayla geldiler. Hiçbir metotla cevap vermedik. Tek bir metotla cevap verdik. Belki bugün yüzümüz açık alnımız ak şekilde dünyanın her tarafında bunu anlatmamızın en temel sebeplerinden bir tanesi budur. Reyle cevap verdik, oyla cevap verdik, sandıkla cevap verdik, demokrasiyle cevap verdik. Ve şunu tekrar söylemek istiyorum. Bu ülkede ve dünyada o kadar onurlu oluyor ki, o kadar gururlu oluyor ki, o kadar başımız göge yükselecek derecede, şanlı, şerefli oluyor ki, dünyada demokrasiyi hak eder bir ülke varsa o ülkenin bir tek adı var. O da Türkiye’dir. Biz çünkü yıllardan beri, bugün eziyetlerini çeken, cefalarını çeken, ama demokrasimizi ve birliğimizi ayakta tutan anlayışı gerçekleştiriyoruz.

Ve yine konuyla ilgili bir cümleyi daha sarf ederek sözlerimiz sonuna geliyorum. Demokrasi 21. Asırda milletleşmenin ana unsurlarından biridir. Etrafımızdaki coğrafyaya bir bakın. Milletleşmenin ana unsurlarından biridir. Biz demokrasiye sıkı sıkı sarılıyoruz. Onun bizim için ne anlam ifade ettiğini ortaya koyuyoruz. Bugün Siirt’te de esnaf ziyaretinde de bir kardeşimize yirmi dakika neden evet dediğimizi anlattık. Ve sonra dedim ki. Bak sevgili kardeşim. Benim anlattıklarım belki hepsi boş. Ama bir şey vardır. Bir ülkenin bakanı yirmi dakika boyunca seninle Türkiye’nin geleceğini ve yarınını tartışıyor. Ve senin kullanacağın tercihle ve benim ortaya koyduğum düşünceyle beraber yarınımızı bir araya getirmeye çalışıyoruz. Demokrasi işte budur.

İşte 16 nisan teklifi, bu tavrı, bu devlet geleneğini sağlıklı bir şekilde geleceğe taşımak için yapılmış bir tekliftir. Türkiye’nin fırsatlarını yönetebilir hale gelebilmesi ve devlet reflekslerinin batı kaynaklı baskılarla susturulmaması için atılmış bir adımdır. Ben türkiye’nin bu adıma destek vereceğine ve

bu süreci doğru şekilde yöneteceğine inanıyorum.

            Bu vesileyle bu toplantıya emek veren herkese huzurlarınızda tekrar teşekkür ediyor, toplantınızın ülkemiz, sosyal ve siyasal hayatımız için verimli olmasını diliyor, hepinizi en derin sevgi ve saygılarımla selamlıyorum