İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, 28 Şubat Postmodern Darbesi’nin yıldönümü münasebetiyle, Türkiye Hukuk Platformu tarafından düzenlenen “Tekrar ve Fark” başlıklı sempozyuma katıldı. Sempozyumda bir açılış konuşması gerçekleştiren İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, “Bundan 100 yıl sonra da bir 28 şubat ittifakı olacaktır. Ama millet onlara gerekli dersi verecektir. Artık millet darbeleri yenmenin tadını almıştır. Bu millet bundan sonra darbe ve darbecilere vesayete ve vesayetçilere fırsat vermeyecektir.” ifadelerini kullandı.
İçişleri Bakanı sayın Süleyman Soylu’nun konuşmasının tam metni şöyledir:
Burada birçok millet adına yaşanmış acı tarihi hem kendi zihinlerinde, hem kendi dünyalarında, hem kendi vesikalarında, tarihe de not düşerek, kendi bedeninde de taşıyarak bulunan; yine aynı acı hatıraların yaşanmaması içinde sadece kenarda durup dua etmekle kendi sorumluluğunun ortadan kalkacağını düşünenler değil, bu mücadeleyi haklı bir zeminde ve hakkaniyet zemininde bulunduğu süre içerisinde devam ettirenlerin huzurunda, bir 28 şubat sabahına başladık.
Her darbenin, bir sonraki darbenin altlığını, bir sonraki darbenin sözde hukuksal meşruiyetini ve bir sonraki darbenin eylemsel adımlarını hazırlayarak, siyasete ve demokrasiye devrettiğini açıklarız. 1960 darbesi aynen böyledir. 1980 darbesi bitmiş; aslında 28 Şubat’ın, bütün altlığı ile beraber hazırlanarak siyasete devredildiği ilan edilmiştir. 1986 yılıydı. 1 yıl Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde okudum. Sınava girdik. İlk kez böyle birşeyle karşılaşıyorduk. Sınava girdiğimiz anda, bir başörtülü arkadaşımıza -yıl 1986- okulun öğretim üyeleri geldiler. Sınıftaki hocayı da hiç nazar-ı itibara almadan “siz o baş örtünüzü çıkarmak zorundasınız, yoksa bu sınavda da bulunamazsınız” diye bir baskı ortaya koydular. Sınıfta bulunanların her biri belki ilk kez böyle bir meseleyle karşılaşıyordu. Duyanlar vardı, yaşayanlar vardı ama o gün orada hangi fikre sahip olursa olsun bir değere, bir özgürlüğe müdahaleye, tüm arkadaşlarımızın -ki daha sonra farklı fikirlerde ön noktada olanları da gördüm- bunun yanlış olduğunu ve bunun olamayacağını itiraz ederek, hocayı püskürtmüşlerdir.
Ardından yine iyi hatırlıyorum; İstanbul’da doğdum büyüdüm ama 1 yıl Trabzon da okudum. Trabzon’u da o zaman tanıdım. Maraş Caddesinin sonunda bir PTT vardı. Yüzlerce öğrenci hep beraber o PTT’ye gidip, o dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e bir mektup yazarak bir itirazı ortaya koyardık.
Geçen hafta; sayın Cumhurbaşkanımızla beraber Kongo’ya gittik. Bizim yüzölçümümüzden 3 kat büyük. Havaalanından Kongo’nun merkezine giderken fukaralığın, yoksulluğun, kişi başına düşen ortalama 500 dolar gelirin çok daha altında yaşayan insanları gördük. Uzun yıllar boyunca yeraltları fakir, yerüstleri zengin olanların (Batı), bu toprakları amansızca sömürdüğünün fotoğrafına maalesef çıplak gözlerimizle bir kez daha şahit olduk. Bangledeş’deki, Irak’daki, Suriye’deki insanların da aynı zulümlerle aynı yoksulluklarla karşı karşıya kaldığını gördük.
Yemen’nin Amerika’nın işgalinden sonra karşı karşıya kaldığı sıkıntılar…
Tüm dünyanın gördüğü ama ses çıkarmadığı Afganistan’dan Pakistan’a kadar; zihnimde adı belki de 28 Şubat, adı belki 27 Mayıs, adı belki 12 Eylül değil ama bu ülkelerin her birinin bir 28 Şubat’ının, bir 27 Mayıs’ının bir 12 Eylül’ünün olduğu, bunların mağduru olduklarını huzurunuzda söylemek isterim.
Milletler var. Efendiler var. Medeniyetler var. Sözde oluşturulmaya çalışan yeni medeniyetler var.
Mücadelenin kimle kimin arasında, neyle neyin arasında geçtiği apaçık ortadadır.
Hepiniz 21. yüzyıla başlarken soğuk savaş döneminin hemen akabinde yaşananların heyecanıyla beraber 21. yüzyılın çok güçlü olabileceğini; özgürlük, hürriyet, sınırların açıldığı; hakkaniyetin, adaletinin tüm yeryüzüne en üst seviyede yayıldığı; zenginliklerin oluştuğu bir yüzyıl olarak tasarladık. Öyle değerlendirdik. Bize de öyle anlattılar.
Küreselleşmenin her şeyi etkilediği, küresel büyük kuruluşların bütün dünyaya istedikleri nizamı verebilecekleri, haksızlıkların önüne geçebilecekleri, küçük ülkelerinde onların etrafında bir uydu gibi olabileceği bir öğretiyi, aslında darbeler gibi, bize dayattılar.
Fakat!
- Yüzyılın ilk çeyreğinde, maskeler düşünce hep beraber gerçeği görebildik.
En son örneği; Bu günlerde yaşadığımız her birimizin içinin acıdığı savaşlarla görebildik.
- asrın nasıl bir asır olduğunu 20. yüzyılın bütün acımasızlıklarının 21. yüzyılda başka bir maske altında ulaştırıldığını gördük.
Gördüğümüz sadece bu değil!
Afganistan’da ABD uçağı kalkarken biçare insanların tekerine tutunmak için verdiği mücadelenin fotoğrafı, küreselleşmenin tam anlamıyla iflasının, bunun büyük bir yalandan ibaret olduğunun kanıtıdır.
Geldiğimiz noktada bütün bu fotoğrafa şahit olan mağdur kişiler, kendilerini geliştirmediler. Bütün bu kötülüklere karşı refleks ortaya koymak, bunlara karşı direnerek ve bunlara karşı siyaset geliştirerek ‘birlikte olmak’ anlayışını geliştirdiler.
1960’a hiç sesini çıkmaya millet, 1980’de çok ağır bir tahkum altında kalan bu millet, 28 Şubat’a karşı bir irade ortaya koymaya çalıştı.
27 Nisan’da sert bir yumruk attı, 15 temmuz’da da yere serdiler.
Karşı karşıya kaldığımız son süreçler darbeciler için nasıl hüsran ile neticelenmişse, milletimiz için de önemli bir tecrübe ve birikim olmuştur.
15 temmuz’da tam da bunun tezahürüdür.
28 Şubat ile ilgili şöyle bir ifade kullanabilirim: Darbecilerin ortaya koyduğu süreçler, kendi akılları değildir. Darbeler, sınırlarımızın dışında tezgahlanırlar. İçeride siyaseti onların kendilerine devşirdikleri güçle yapmayı düşünen gafillerle de tamamlanmaya çalışılır.
Bugün de örnekleri var.
Bugün de bir 28 Şubat ittifakıyla karşı karşıyayız.
Siz merak etmeyin. Bundan 100 yıl sonra da bir 28 şubat ittifakı olacaktır. Ama millet onlara gerekli dersi verecektir. Artık millet darbeleri yenmenin tadını almıştır. Bu millet bundan sonra darbe ve darbecilere vesayete ve vesayetçilere fırsat vermeyecektir.
28 şubat 1000 yıl sürecek demişlerdi. neden 900 değil, neden 1.100 değil, niçin 2.000 değil de 1000 yıl?
Çünkü biz 1000 yıldır bu coğrafyadayız. Onlar bizim inancımızı, onlar bizim geleneğimizi göreneğimizi, onlar bizim tarzımızı, onlar bizim törelerimizi, onlar bizim ananelerimizi, onlar bizim Kurban Bayramımızı, onlar bizim büyüklerimizin önünde saygı ile eğilmememizi, ellerini öpmemizi, onlar aile yapımızı, onlar bizim ticaret alışkanlıklarımızı, onlar bizim hak-helal kavramlarımızı, onlar bizim bu coğrafyada mücadelede ile ayakta kalma anlayışımızı hiç tasvip etmediler.
Onlar, 28 Şubat’ta 1000. yılımızı tarumar edip, bizim bütün medeniyetimizi, bütün anlayışımızı tarumar edip, bize yeni bir elbise yeni bir kılıf giydirmeye çalıştılar.
Bir milleti kimliksizleştirmeye, bir milleti inançsızlaştırmaya, bir milleti esas itibariyle yoksulluğa ve bir milleti topyekün medeniyetsizleştirmeye doğru bir oyunu kurdular. Başarabildiler mi, hayır.
Başaramadılar.
Bize bir maliyet oluşturdular mı, evet bize büyük bir maliyet oluşturdular.
Eğer biz sözde büyük devletlere tabi olsaydık; savunma sanayisini yüzde 20’lerden yüzde 80’lere çıkarmış bir Türkiye değil, 81 vilayetimizide üniversite açmış bir Türkiye değil, dünyaya el açan bir Türkiye olurduk.
Bugün kendi göbeğini kendi kesmiş, Libya’daki haksızlıklara dur demiş, Karabağ meselesine el atmış, Ayasofya’yı açmış, Cumhurbaşkanımız liderliğinde bir Türkiye var.
Eğer bunları yapamamış olsaydık bilmenizi isterdim ki darbelerden daha sıkıntılı bir tablo ile karşı karşıya kalabilirdik.
Bu nesil her şeyi gördü. Yüzde 8 binlik faizleri gördü, ABD’den bize defalarca parmak sallamayı gördü. Başbakanımızın ABD’ye gittiğinde ABD başkanı karşısındaki durumunu gördü. Bu millet yıllarca bu ülkeye hizmet edenlerin gecenin bir yarısında Ziraat Bankası’da emekli maaşı alabilmek için karda, yağmurda, çamurda kuyrukta beklediğini, kalp krizi geçirdiğini, ertesi günde gazetelerde manşetlerde yer aldığını gördü.
Bu millet kendi değerleriyle kendi inançlarıyla, kendi felsefesiyle, sürekli olarak oynandığını aşağılandığını, hor görüldüğünü gördü.
Bu nesil her şeyi gördü ve bu nesil bir taraftan 15 Temmuz’u bir taraftan Gezi Olayları’nın nasıl tezgahlandığını; hala Gezi Olayları’nın peşinden gidenlerin mahkemeleri baskı altına almak, kendi adamlarını oradan kurtarabilmek için neler yaptığını; bir ülkeyi hukuk açısından ve demokrasi açısından töhmet altında bırakmak için neler yaptığını gördü, hala da görüyor.
Artık yumağın ucunu bulduk, çekip duruyoruz. Yumağı tamamen sökene kadar çekip durmalıyız.
Çünkü biraz önce anlattığım gibi darbeler, etrafımızdaki coğrafyada ve dünyada acımasızca uygulanmaktadır.
Sayın Cumhurbaşkanımız ile bir çok seyahatte tecrübe ettiğim birşeyi ifade etmek isterim.
Üst ülkeler var, orta ülkeler var, alt ülkeler var. Alt ülkeler ve orta alt ülkeler batıya olan inancını tamamen kaybetmiş durumdalar. Artık onları döndükleri ve baktıkları bir tek yer var. O da bu anadolu coğrafyası. Evet, Türkiye.
Bunu hissediyor ve görüyorum.
28 Şubat’ta ilçe başkanıydım. Refahyol iktidarı vardı. Refah partisiyle o dönem hakikaten çok iyi bir uzlaşı içerisindeydik.
Gezi olayları başlamadan önce Türkiye’de faiz 4-4,5’du. Türkiye ciddi bir sıçrama ile karşı karşıyaydı.
9-10 bin dolarlık kişi başına gelir seviyemiz vardı.
Bugün de 9-10 bin dolar var!!!
Sayın Cumhurbaşkanımızın bilgeliğiyle, siyasi aklıyla…
Eğer gezi olayları olmamış olsaydı belki bugün 15 bin dolarlardaydık. Belki daha yüksek bir noktadaydık.
28 şubat olduğunda partiden bize bir talimat geldi. Dediler ki kahve kahve geziceksiniz bunun bir darbe olduğunu anlatacaksınız. Birilerinin ürktüğü, korktuğu bir dönem içerisinde, Allah şahittir, Gaziosmanpaşa’nın bütün kahvehanelerinde arkadaşlarımızla beraber gidip, 28 Şubat generallerini yargıladık!
Aynı zamanda da Allaha niyaz ediyorduk. Bizi bu haksızlıktan kurtarın diye. Çünkü daha önce de 27 Mayıs da bu haksızlıkla bu millet karşı karşıya kalmış, bedelini ödemişti.
Çok kıymetli hanımefendiler, beyfendiler
Biz daha yeni başladık. Bizim yapacağımız çok iş var. Bu ülkenin ve bu milletin yapacağı çok iş var. Bunu hep birlikte yapmak, az dinlenmek, çok çalışmak ve dünyanın her tarafına ulaşmak ve ecdadımızın bize bırakmış olduğu karakteri, her tarafta anlatmak zorundayız. Böyle bir sorumluğumuz, böyle bir zorunluluğumuz var. Biz iyilikleri anlatmak kötülüklerden sakındırmak zorundayız.
Mübarek bir geceyi hep beraber eda ederek bir sabaha başladık.
Onlar 28 şubat ittifakıyla yine bir masanın etrafında toplanabilirler. Bu toplanmalarının bize bir zararı
yoktur. Tam tersi, yeniden birbirimizi anlayabilmek adına, yeniden birbirimizi hissedebilmek adına, yeniden tarihin yaşanmış kötü izlerini onlar sayesinde tekrar görebilmek adına, bize faydası vardır.
Batı’nın ve küresel aklı, maske takmayı iyi bilir, maskeyle bunlara oyun oynatmayı iyi bilir.
Oysa, yaşanan son gelişmelerin de ışığında, sayın Cumhurbaşkanımızın bir çok kez tekrar ettiği ‘’Dünya 5’ten büyüktür’’ kavramının, dünyanın bir gerçeği olduğunu vurgulamak isterim.
Buraya gelmeden önce arkadaşlarımız da anlattılar; bizatihi bulunduğumuz yerin (Ulucanlar Cezaevi Müzesi) kendi adı ve tercümesi var. Ve bu yerin dilini ve tercümesini siz, biz hepimiz unutsak, vallahi bu duvarlar unutmaz.
Bu dinin de bu inancın da sahibi Allah’dır. Biz buna inananlardanız. Onun için yapmamız gereken, elbetteki sadece kendi 28 Şubatımızı sürekli hatırlamak değil; dünyanın 28 Şubatlarının,
27 Mayıslarının, 12 Eylüllerinin tekrarlanmaması için, basamakları emin ama biraz seri bir şekilde yukarı doğru çıkabilmek ve bizden ümidi olan o ülkelere ve insanlara ümidimizi, onların ümitlerinin gerçek olabileceğini, onlara uzatabileceğimiz eli, bir kez daha güçü bir şekilde anlatabilmektir. Bu nesil bunu başarmalıdır ve gelecek neslimize böyle bir yükü bırakmamalıdır. Onlara dünyada daha çok rekabet edebileceği, daha çok derdimizi anlatabileceği bir iklimi sunmalıyız.
Bizden öncekiler büyük fedakârlıklar yaptılar. Kimseyi kötülemeye gerek yok. İklimleri farklıydı. Karşı karşıya kaldıkları tehditleri de farklı olabilir ama bizim imkanlarımız bugün çok daha farklı ve bu farklı imkanlarla gelecek nesillerimize bir daha “acaba biz yitik mi olacağız acaba onlardan daha fazla adanmış mı olacağız” sorusunu bırakmadan, onlara güçlü, büyük ve daha rahat hareket edebilecekleri bir Türkiye bırakmak bizim sorumluluğumuzdur. Ve her 28 Şubat’ta bunu tekrar hatırlamak; her 27 Mayıs’ta tekrar hatırlamak, her 12 Eylül’de bunu tekrar hatırlamak, hem kaybolan nesiller adına bizim bir sorumluğumuzdur, hem de kaybettiklerimiz adına bir sorumluluğumuzdur.
Bu vesileyle burada bulunan hem hanımefendiler hem beyfendilere, hem 28 şubat vesilesiyle o tarihi hatırlayanlara ama o tarihi hatırlayıp oranın bize bıraktığı emanetlerle amel edenlere, sadece iktidar hırsıyla başka masalara meze olmayanlara selam olsun.
Hepinizi hürmetle saygıyla ve muhabbetle selamlıyor huzurunuzda saygı ile eğiliyor teşekkür ediyorum.