-Hemen Paris saldırısıyla başlamak istiyorum. Saldırıya uğrayan dergi, bugün Hz.Muhammed’in (S.A.V.) de betimlendiği bir karikatürü kapaktan yayınladı. Tartışmalar, gerek Türkiye’de gerek yurtdışında baktığımızda, ifade özgürlüğü ve provakasyon arasında gidip geliyor. Sizin yorumunuz nedir?
-Tabi ki bu, özgürlük denilen teoriye neresinden bakıldığına ve nasıl tartışıldığına bağlı. Eğer bir küresel dünyadan bahsediyorsak ve ülkelerin birbirine yakınlığından, medeniyetlerin birbirine yakınlığından bahsediyorsak; zaman yakınlaşmasından, tarihsel süreçlerin yakınlaşmasından bahsediyorsak; elbette ki barış içerisinde bir dünya da istiyorsak, öncelikle herkesin yaşama hakkına saygı duymak kadar herkesin değerlerine, inançlarına ve herkesin kendi yaşam biçimine de saygı duymak zorundayız. Bu, 21.asrın da bundan sonraki asırların da aslında bir “huzur şifresi”‘dir ve birlikte yaşama şifresidir. Eğer bizim dışımızdaki farklı inançları, farklı değerleri ötekileştirip yoksayar ve onları tahkir edici, onları aşağılayıcı, onları ötekileştirici, onları yokedici, onları hiçleştirici bir tavır ortaya koyarsak, toplumun her kesimindeki o birlikteliği sağlayabilmeyi mümkün kılamayız. Ve bütün dünyadaki en temel problemlerden bir tanesi de önümüzdeki döneme bu konu olacaktır. Çünkü ticaretin, eğitimin ve sosyal hayatın bu kadar birbirine yaklaştığı bir dönemde ve bir sınıfta Avrupa’da, Amerika’da, ve hatta Türkiye’de çeşitli etnik kökende ve çeşitli ırklara, dinlere mensup birçok insanın birarada yaşadığı, aynı dersi aldığı, aynı fabrikada çalıştığı, aynı otobüse bir tabloyu bugünkü dünyada biz görüyorsak, bunun bundan sonra da daha çok artacağını düşünebiliriz. Bu büyük bir kaosa, büyük bir karmaşıklığa sebebiyet verir.
Peki ne yapmalıyız? Amerika’nın zencilere aynı otobüse beyazlarla binme yasağını uyguladığı veya zenci çocuklarla beyaz çocukların aynı sokakta oyun oynama yasaklısı oldukları, aynı okula gitme yasaklısı oldukları bir dünya mı önümüzdeki yeni dünyanın en önemli özlemlerinden birisi olacaktır? Islamiyet, müslümanlık ve Avrupa’nın içerisinde onbinlerce, milyonlarca müslüman var ve onlar kendi değerlerine saygı duyulmasını istiyorlar ve bunu tahrik eden bir anlayışı da elbette ki bir özgürlük anlayışı olarak görmek doğru değildir ve böyle bir tanım da sakat ve zihni problemi olan bir tanımdır, özgürlük açısından. Çünkü özgürlüğün temel sınırlarından bir tanesi, başkasının özgürlük alanıdır. Veya bir grubun, bir kitlenin alanına müdahaleye kadardır. Eğer ona bir müdahale olacaksa, onun temel yaşam alanı sınırlandırılacaksa, elbette ki bu bir özgürlük tanımına girmez, bu doğru da değildir.
Tabi Türkiye için de düşünülebilir bu. Bakın Murat bey, burada bir problem var ki o da şudur: Türkiye, etrafındaki coğrafyada büyüyen bir ülke. Tartışmalar, İslamiyet ve Müslümanlık üzerinden yürüyor ve bu tartışmalar yürürken, etrafımızdaki ülkelerde yani İslam ülkelerinde 21.asrın başından itibaren kendini sivrilten bir pozisyona oturan, bir konumu ifade eden tek ülke sadece Türkiye. Bir taraftan demokratikleşiyor -işte Avrupa Birliği ile yürüttüğümüz süreç-, diğer taraftan zenginleşiyor. 3 bin dolarlardan 11 bin dolarlara gidebiliyor. Yani orta üst düzey bir ekonomiye doğru Türkiye ilerliyor. Öte yandan Türkiye eğitim standartını yükseltiyor. Yani insan kaynağı açısından dünyanın gelişmiş ülkeleriyle rekabet edebilecek bir tabloyu ortaya koyuyor. Bir diğer taraftan da bulunduğumuz coğrafya açısından Avrupa’nın en temel ihtiyaçlarından birisi olan enerjinin en güvenilir geçiş güzergahı olarak stratejik bir önemini kuvvetlendiriyor.
Şimdi bu tabloda Türkiye’nin önüne -ki bunu sadece bugün söylüyor değiliz, yıllardan beri takip ediyoruz- iki eksen çiziliyor. Kuzey ve güney ekseni. Yani Türkiye’nin genişlemesini, biraz önce anlattığım avantajlarıyla birlikte Türkiye’nin yarına çok daha iyi adım atmasını engelleyebilecek iki çizgi. Bunlardan bir tanesi yani Kuzey Ekseni, İslamofobia’dır. Diğeri de, yani Güney Ekseni, Şii-Sünni meselesidir. Birisi güneyden sınırlandırmak için, yani Türkiye’nin Ortadoğu ile alt bandıyla olan ilişkisini bir şekilde kesebilmek için, diğeri de Türkiye’nin Avrupa ile olan ilişkisini ve oradaki etki alanını mümkün olduğu ölçüler içerisinde daraltabilmek ve Türkiye’yi kısıtlı bir alanın içerisine hapsedebilmek için ortaya konulmaya çalışılıyor.
Ve bu uzun zamandan beri gelişen bir süreç, sadece bugün değil, Avusturya’da Haider’den birçok lidere kadar, yani Fransız Le Pen’in kızı olan Marie Le Pen’e kadar birçok insan, bu konuda İslamı aşağılayıcı, müslümanlığı ötekileştirici ve bazen etnik kökenleri üzerinden farklılaştırıcı üslupları kullandılar. Son seçimlerde bunlar biraz daha gerilemişlerdi. Bu sanki biraz daha 21.asırda bizi biraz daha nefes aldıran o biraz önce bahsettiğim inançlararası değerlerarası farklı düşünceler arası işbirliğine daha iyi bir noktaya taşıyabilecek bir düşünceyi hepimizin zihninde oluşturmuştu. Ancak bugün görüyoruz ki çok organize bir şekilde Türkiye’yi temel hedef alınıyor çünkü bu Charlie Hebdo saldırısı akabinde ortaya çıkan veya bunun öncesinde ortaya çıkan bu İslamofobik düşünce, diğer müslüman ülkelerden daha ziyade Türkiye odaklı yürüyor. Ve Türkiye’yi bu işin içerisine katmak için ciddi bir çaba sarfediliyor. Bir saldırıyı, bir terör saldırısını, kimsenin kanıksamayacağı, kimsenin kabul etmeyeceği, kimsenin onaylamayacağı Paris saldırısını, İslâm’ın tamamına yaymayı, böyle bir algı ile müslümanlığı bütünleştirmeyi, onun üzerinden İslam ile Avrupa arasında ve İslam ile gelişen dünya arasında en iyi ilişkiyi kuran Türkiye’yi de bu cenah içerisine almaya yönelik bir seri senaryo ile karşı karşıyayız. Yani üst üste oluşan bir senaryo dilimi ile karşı karşıyayız.
Bu şöyle olabilir, Avrupa’nın bir bölümünde veya dünyanın bir bölümünde İslam karşıtları olabilir ama biz hep bunu marjınal görmek isteriz. Yani bir köşede görmek isteriz. Eğer bu bir merkeze, bir odağa doğru çekiliyor ise bu dünya için de tehlikelidir, doğu batı anlayışı için de tehlikelidir.
-O zaman tam da bu noktada şunu soracağım. ABD Dışişleri Bakanlığı sözcü yardımcısının bir açıklaması var, “Müslümanların bu tip betimlemeler konusundaki hassasiyetini biliyoruz ama derginin bu tür bir şey yayınlama hakkını da kesinlikle destekliyoruz, demokrasi böyle çalışır” diyor.
-Buna gülünür ancak. Bu demokrasi hassasiyeti olmayan bir değerlendirme ve bir bakıştır. Demokrasinin çalışması, demokrasi sadece o ülkelerde yaşayan herkesin istediği her türlü değerlendirmeyi başkalarını aşağılayacak bir şekilde ortaya koyması anlamına gelmez. Demokrasi, o toplumda, o dünyada veya o kitlede yaşayan insanların her birinin yaşama hakkının, insanlık hakkının temel bir prensibi olduğundan hareketle ortaya çıkar. Dikkat edin Kılıçdaroğlu’nun çok yakın bir dönem içerisinde ortaçağ zihniyeti olarak tanımladığı ve betimlediği bir düşünce vardı. Aslında hemen şu dünkü açıklaması da, yani laiklikle İslamiyet ve terör arasındaki ilişki biçimlendirmesini de yazıklık ve eyvahlık içerisinde değerlendiriyorum.
-O zaman şöyle bir soru sorayım bununla bağlantılı olarak: Derginin genel yayın yönetmeni diyor ki, Türkçe yayını kastederek “Türkçe baskı en önemlisi (dergi 6 dilde yayınlanmış), zira Türkiye’de anayasal laiklik tehlike altında” diyor. Sayın Kılıçdaroğlu da dün “İslam Dünyası’na sesleniyorum, laikliği benimseyin, laiklik inançların güvencesidir, laiklik terörün de panzehiridir” diyor. Bu iki açıklamayı birlikte değerlendirir misiniz?
-Hatırlarsanız, sayın cumhurbaşkanımız başbakan olduğu dönemde sayın Mursi de devlet başkanıyken Mısır’a gitti. Mısır’da İhvan-ı Müslimin dediğimiz Müslüman Kardeşler iktidardaydı ve orada çok önemli bir açıklama yaptı sayın Tayyip Erdoğan. Türkiye’nin İslam dünyası için neyi ifade ettiğini, demokratik ve laik Türkiye’nin İslam dünyası için neyi ifade ettiğini herhalde hepimiz biliyor ve anlıyoruz. Murat Bey, oradaki açıklaması bütün dünyanın takip ettiği İslam dünyasının takip ettiği önemli bir açıklamaydı. Yerindeydi, zamanındaydı ve bütün İslam dünyasına yol gösterici bir açıklama olarak ortaya konuluyordu.
Şimdi bu Kılıçdaroğlu gibi siyasetçiler, Türkiye’nin ve dünyanın içinde her zaman olmuş, gelmiş geçmiştir. Adları ve sanları anılmaz. Çünkü, bunlar konjonktürel adamlardır. Yabancı gazetecilerden, kendi danışmanları marifetiyle yabancı gazetelerden ve birtakım dergilerden, değerlendirmelerden, birtakım röportajlardan, olayların sonuçlarında çıkan birtakım küpürlerden elde ettikleri değerlendirmeleri paylaşmak isterler, kendi toplumlarıyla. Burada şunu yaparlar: Bir; sıkışmış alanlarını açmak isterler, iki; dünyada işte kendileri ile özdeş ve eşdeş düşünenlerle aynı safta olduklarını belirtmek isterler ve acizane bir tablo ortaya koyarlar. Yani özgün bir tablo ortaya koymazlar. Yani Kılıçdaroğlu ne söyler de İslam Dünyası ne duyar. Kendi CHP içerisinde söylediklerini duyurmaktan aciz bir adamın ne İslam Dünyası ile ne de Türkiye ile ilgili herhangi bir etkinliği sözkonusu olabilir. Laikliğin -L’sinden anlamayan ve bu konuda, laiklik ile ilgili en ufak bir içselleştirici tavrı olmayan bir kişinin ne laiklikle ne İslamla ilgili söyleyebilecek bir sözü olduğunu düşünüyor değilim ama tehlikeli olan şu: Tetikçilik yapıyor. Kılıçdaroğlu tam anlamıyla bir tetikçilik ortaya koyuyor.
Biz Müslümanız. Bizim gibi Müslüman olan insanlar için en aydınlık dönem Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) doğduğu ve ondan sonra bütün dünyaya o İslamiyeti, müslümanlığı yaydığı alanın zaman dilimidir. Şimdi o zaman dilimini Ortaçağ diye tanımlayan bir adamın bu tip değerlendirmelerinin bu masaya gelmesini bile kendi açımdan da zaman israfı olarak sayarım çünkü burada bir samimiyet yoktur ve burada da dinlenecek bir söz yoktur. Yani Mevlana’nın güzel bir sözü var ya “ben söze bakarım söz mü diye, lafa bakarım adam mı diye”.. Yani böyle bir değerlendirmenin içerisinde olduğunu düşünüyorum, Kılıçdaroğlu’nun sözünün.
-O zaman buradan Türkiye’ye, kendi içimizdeki bazı konulara geçmek istiyorum. Taraf Gazetesi’nde bir haber var bugün, aslında bir haberin devamı. Bilmeyenler için çok kısaca özetleyeyim; bir AK Parti’li yetkiliye dayanıyor, ismi belli değil, pozisyonu belli değil ama 30 Mart seçimlerinde partinizin hile yaparak kazandığı belirtiliyor. Ardından da MHP Genel Başkanı sayın Devlet Bahçeli’nin bir açıklaması oldu. O da “biz bunu zamanında söylemiştik, iddia etmiştik, aylar geçti, şimdi herkes bunu paylaşıyor” diyor. 30 Mart seçimlerinin hile ile kazanıldığına dair bir partiniz yetkilisine dayanarak verilen bu haber hakkında, genel olarak ne diyorsunuz?
-Murat bey, aslında buna cevap vermeyi bile kendi adıma ayıp sayarım. Ama tabi kamuoyunu böyle bir yalan karşısında bilgilendirmek de bizim siyasetçi olarak temel görevlerimizden bir tanesidir. Beni bağışlayın, tabi gülerek bazı şeyler söylemek istiyorum.
Şimdi siz bir meslek yapıyorsunuz, benim sizin mesleğinize saygım vardır. Buraya geliyorsunuz, bir hazırlık yapıyorsunuz, Türkiye’yi takip ediyorsunuz, dünyayı takip ediyorsunuz. Benim sizin mesleğinizi yapabilmem, icra edebilmem veya en azından bir bölümüne yaklaşabilmem için herhalde bin fırın ikibin fırın ekmek yemem lazım. Bu işte bayağı bir dirsek çürütmem lazım. Çünkü bunu içselleştirmişsiniz. Siyaset de alelade birşey değildir. Siyasetin de kendi adına kuralları vardır, tarafları vardır. Yani siyaset “ben yaptım oldu” ile gerçekleşen birşey değildir. Gazetecilik de esas itibarıyla toplumu yalan ve münafıklık içerisine sokabilecek, fitneye sürükleyebilecek bir bilgiyi sürekli toplumla paylaşmak, enjekte etmek değildir.
Problem şu, Türkiye’de paralel bir cerahat var. Bu Türkiye için tehlikeli. Ve bu paralel cerahatı sürekli olarak Pensilvanya’dan yayan bir adam var ve bu, Türkiye’deki birliği, beraberliği, kardeşliği yozlaştırmak için elinden gelen herşeyi ortaya koyuyor. Bunu da basılı, yazılı, görsel bütün unsurlarla ortaya koymaya çalışıyor. İnsanın namusu, onuru, haysiyeti, onun için insanların varlığı önemli değil. Oysa, kendi kabına sığındığı İslamiyet, kendi kabına sığındığı törelerimiz, adetlerimiz, geleneklerimiz hiç de böyle söylemiyor. Yani komşuluk ilişkilerinden, selam ve hatır paylarından, adaletten ve hakkaniyetten bahsediyor.
Şimdi maalesef Türkiye’de bir paralel şizofreni oluşturmaya çalışıyor bu. Her meselede, güvenlik, adalet, hukuk, siyaset.. Buna teşne olabilecek, altyapıları kuvvetli olmayan unsurlar da var, Cumhuriyet Halk Partisi gibi. Yıllardan beri sizin de sandık kurulu üyeleriniz var, sizin de ilçe seçim kurulu temsilcileriniz var, sizin de bu konuda parti teşkilatlarınız var. Bakınız Türkiye, 1945 seçimleri hariç, 1950’den itibaren dünyada -bu bir literatürdür- seçimleri şeffaflık, sağlıklılık ve sonuçları itibarıyla en iyi yapan ülkelerden bir tanesidir. Ve bu bir literatürdür, Türkiye’nin seçim yapma anlayışı ve seçim yapma biçimi bir literatürdür. Türkiye bunu iyi beceriyor ve her haliyle beraber iyi beceriyor.
Şimdi bunun üzerinden gazete haberine gelelim. Yani şurada adını bile söylemeye gerek olmayan, elde tutmaya bile gerek olmayan bir paçavra var, şimdi ben size okuyayım: “Can güvenliği gerekçesiyle isminin açıklanmasını istemeyen ve halen AK Parti’de görev yapan kişi, 2011’de Genel Başkan Yardımcısı Süleyman Soylu’nun ekibine katıldı.” Siz işinizi ciddi yapan bir insansınız. Bu gazetenin manşetine bunu çıkartıyorsunuz. Bir paçavra da olsa çıkartıyorsunuz. Neticede bunun da üçbeş tane alıcısı, okuyucusu, yayıcısı, dağıtıcısı var, en azından sabahleyin televizyonlarda bir şekilde manşetleri itibarıyla değerlendiriliyorlar. Şimdi bu paçavra da şunu söylüyor: 2011’de Genel Başkan Yardımcısı Süleyman Soylu… Ben AK Parti’ye 2012’nin sonunda katıldım. İçindekilerin zaten tutar tarafı yok.
Yıllarca siyasette yenilenler ve mağlup olanlardan şu sözleri hep duymuşuzdur, siz de duymuşsunuzdur. İşte “bilgisayarları ayarladılar”. Emrehan Halıcı’nın kulakları çınlasın. Bu konuyu kendileriyle de defalarca konuştum. Böyle birşey yok. Türkiye’de hangi siyasi parti dağılımı mevcutsa sandık başında duranların da kendilerine ait bir siyasal düşünceleri sözkonusu. Ve burada insanlar gelirler, oylarını kullanırlar, bunun birçok merhaleleri vardır. Burada bir elektronik hile yapmak mümkün değildir. Burada böyle birşey söylemiyor da mesela CHP’liler bunu özellikle 2002 seçimlerinde, daha sonra 2007 seçimlerinde, daha sonra 2011 seçimlerinde defaaten dile getirdiler, biri program yazmış da şöyle olmuş da böyle olmuş..
-Emrehan bey de bunun teknik olarak mümkün olmadığını mı söyledi size..
-Tabi, mümkün değil. Ve Emrehan Bey’i bu yüzden aforoz ettiler CHP’den. Ben muhalefet partisinde de bulundum . Evet, itirazlarınız olabilir, ufak tefek, bakkal market rekabeti gibi siyasal partiler arasında çok ufak tefek, sonuca tesir etmeyecek, yerel birtakım değerlendirmeler yapılabilir, bunların itirazları da YSK gibi bir kurula gelir ve bu itirazlar da değerlendirilir. Biz haksızlığa uğradığımızı iddia edebiliriz vs. ama bunlar yereldir, seçimin geneline, Türkiye’nin geneline tesir etmez, seçimi sakatlamaz. Türkiye seçimi iyi yürütür.
Türkiye’de seçim nasıl yürür, siyasi partiler bunu nasıl yürütür ve bunların fonksiyonları nelerdir, bu bizim bildiğimiz bir iştir. Ve Türkiye’de böyle bir işin olabilmesi mümkün değildir. Ve bunun bir parti tarafından dile getirilmesi… Devlet Bahçeli, Milliyetçi Hareket Partisi’nin genel başkanısın, biraz söyleyeceğin sözün endazesini bil, ölçüsünü bil. O zaman partinin genel başkanlığını yapma. Eğer sen sandığını muhafaza edebilecek derecede bir kabiliyete sahip değilsen, sen sandığınla ilgili bir değerlendirme ortaya koyamıyorsan, eğer CHP’nin sandık veya BDP’nin sandık müşahitlerine mahküm oluyorsan o işleri yapma. Ya onu yapma ya da meclis kürsüsünden dedikodu yapma. Bir partinin, eline tutuşturulmuş bir paçavranın, paralelcilerin eline tutuşturmuş olduğu bir paçavranın, bir gazetenin, başından sonuna kadar tutar tarafı olmayan yalan bir gazete müsveddesini orada ortaya koyma, bunlar ayıp şeylerdir. Bir siyasetçiye yakışmaz. Siyasetçinin edebine yakışmaz, devlet adamının edebine yakışmaz. Ülkede başbakan yardımcılığı yaptınız, bu ayıp birşeydir.
-O zaman bir genel başkandan başka bir genel başkanın açıklamalarına geçmek istiyorum. HDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın açıklamaları oldu, dün Habertürk Televizyonu’nda. Bunlarla ilgili fikrinizi almak isterim. Bunlardan bir tanesi 2015 seçimlerine parti olarak gireceklerini söyledi ve oy oranlarını %9,5 olarak değerlendirdi, ne dersiniz? Bir de bir sürpriz girişim var, Kadir İnanır’la görüşeceğiz ve kendisine milletvekilliği teklif edeceğiz dedi, ne dersiniz?
-Murat bey, bu , bütün siyasi partilerin seçimden önce kendilerine ait tasarruflarından bir tanesidir. Yani bir siyasi parti seçimlere girebilir, hülle de olsa başka bir siyasi parti ile ortak girebilir, girmeyebilir, bütün bunlar yapılabilir. Bu o siyasi partinin iç meselesidir. Elbette ki bizim onların iç meselesi konusunda bir değerlendirme yapmamız, genel siyaset çerçevesi içerisinde doğru değildir. Ben kendim açısından bunu doğru görmem. İster girerler ister girmezler, millet bunu değerlendirir. Ikincisi ise, ha girerlerse ne olur, girmezlerse ne olur, bunu da biz kendi stratejimiz açısından kendi iç belleğimizde tartışırız.
-Peki oy oranı? Çünkü siz Türkiye’yi sürekli dolaşıyorsunuz, anket yapan bir partisiniz, %9,5 sizde çıkıyor mu HDP’nin oy oranı olarak?
-Ben HDP’nin oy oranının birtakım mahfiller tarafından çok yükseltildiği kanaatine taşıyanlardanım. Ben böyle birşey görmüyorum. Türkiye’de HDP’nin oy oranının %9,5’luk seviyelere gelebilmesi için Türkiye’nin sosyolojisinin bizim bildiğimizden çok daha fazla değişmesi lazım. Böyle bir değişiklik görmüyorum. Başka faktörlerin devreye girmesi lazım. Ve yine böyle bir değişiklik görmüyorum. Ve bu değişikliğin toplumu etkilemesi lazım ve bizim bunu sahada, sizin bizim hepimizin sahada bunu hissediyor olmamız lazım. Siyaset sadece siyasi partilerin oylarıyla kaim değildir, böyle değerlendirirsek yanlış olur. Onun başka parametreleri vardır, canlı bir organizmadır. Ticaretten bunu anlayabilirsiniz, onun ötesinde entelektüel dünyadan bunu anlayabilirsiniz, kültür dünyasından bunu anlayabilirsiniz, kişisel bireysel ilişkilerden, sivil toplum yapısından bunu anlayabilirsiniz. Bu kadar bir sıçramayı, %50’lik bir sıçramayı, diyelim ki 6’lık bantlardan 9’luk bantlara gelebilecek bir sıçramayı gösterebilecek bir karine bende yok ama olanlarda nasıl var ben bunu bilmiyorum.
-Peki sayın Kadir İnanır’a milletvekilliği teklifi?
-E bu da kendi tercihleridir, öyle değerlendirmek lazım.
-O zaman başka bir konu, sizin partinizde 3 dönem sınırlaması var siyaset için. HDP’de de 2 dönem var. Sayın Demirtaş, 2 dönem sınırlamasını kendisinin de içine katacak şekilde çözüm sürecindeki insanlar için esnetebileceklerinin sinyalini verdi. Dışarıdan baktığınız zaman ne dersiniz?
-Siyasi partilerin bu tip karar alma yetenekleri vardır ama bu kendi iç mekanizmalarının ve topluma verdiği sözlerin bedelleriyle karşılaştırılmalıdır. Çünkü siyasi partiler kendi toplumlarına da söz verirler, yani kendine oy veren insanlara. İşte biz şöyle öneriyoruz ve bunu gerçekleştireceğiz gibi. Bundan caymasının, bu bizim için de geçerli, toplumu inandıcı, milleti inandırıcı, kendini sorumlu bulduğu insanları inandırıcı, sebeplerini iyi ortaya koymaları gerekir düşüncesindeyim. Ama yine de partiler, toplanırlar, karar verirler. Onlarda olağan veya olağanüstü kurula mı bağlıdır, kendi parti içi organlarının kararlarına mı bağlıdır, bu konuda bir bilgi sahibi değilim ancak bunun kendi hitap ettikleri kitle ile olan ilişkilerine bakmak gerekir. Kendi kararlarını verirler muhakkak.
-O zaman doğrudan yorum yapabileceğiniz bir konu, çünkü bu soruma “kendi iç işleri” diyerek özetle cevap verdiniz ama bu sefer herhalde yorum yapabileceğiniz birşey; çözüm sürecinde çok mutlu olmadığını söylüyor sayın Demirtaş. Geçtiğimiz hafta, birkaç gün içinde Pervin Buldan, HDP Grup Başkan vekili ise Sabah Gazetesi’ne yaptığı açıklamada işlerin iyi gittiğini söyledi, işlerden kasıt çözüm süreci. O açıklama ile bu açıklama çok bağdaşmıyor, bir partinin iki önemli isminden gelen iki farklı açıklama var. HDP’de kafalar biraz karışık mı yoksa benim göremediğim başka birşey mi var?
-Bu ülkede anaların ağlamadığı hergün bu ülkenin her bir bireyi için mutlu ve huzurlu bir gündür. Bu birincisi. İkincisi, bu ülkede terörün ülkenin hedeflerini sakatlamadığı, ülkeyi hedeflerden uzaklaştırmadığı hergün, bu ülkenin bütün insanları için ve bu toprağın her bir santimetrekaresi için mutlu ve huzurlu bir gündür. Sayın Demirtaş’ın hangi anlamda memnun olmadığını bilmiyorum. Yani cumhurbaşkanı adayı olup cumhurbaşkanı olamadığı için memnun olmayabilir, çözüm sürecinin cumhurbaşkanlığında kendi oylarını çok azalttığını veya çok fazlalaştırdığını düşünebilir. Bir mutsuzluk, zannediyorum bireysel bir mutsuzluktur.
Ben Doğu ve Güneydoğu’yu çokça gezen, buralarda geçmiş yıllarda da çok gittiğim için karşılaştırmayı, kıyası iyi yaptığımı zanneden insanlardan bir tanesiyim, eksiklerim olsa da. Biz eğer çözüm sürecini bugün bu bölgelerdeki hayata, gelişmeye, geleceğe olan güvene biraz daha yansıtabiliyorsak bilin ki bu sadece bu bölgelerde kalmıyor. Dünyada bu işleri düşünen adamlar biliyorlar ki Ortadoğu’nun barışı da Balkanlar’ın barışı da Kafkaslar’ın barışı da bu çözüm sürecinin başarılı olmasından geçmektedir. Bu tarihsel bir süreçtir. Selahattin Demirtaş’ın da bunu bilmediğini zannediyor değilim. Bunu bilen bir adam eğer “ben bundan mutlu değilim” diyor ise burada başka şeyler aranması lazım geldiğini düşünüyorum. Çünkü bundan mutlu olunması gerekir.
Bu sadece bizim 785 bin kilometrekaremizi ilgilendiren birşey değil. Türkiye’de bu istikrarsızlık üzerinden etrafımızdaki bölgeyi ilgilendirir. Bu mesele çözüldüğü andan itibaren bu toprakların değerleri de çok önemli bir noktaya gelecek. Bu meselenin çözülmesi konusunda bizim başbakan yardımcımızın, sayın Yalçın Akdoğan’ın, bu konunun diğer görevlilerinin hem toplumu rahatlatan hem bu konuda topluma güven veren, hem bu işin yürütücülerine güven veren çok önemli yaklaşımları sözkonusu ve bunlar rasyonel yaklaşımlar, duygusal değil.
Şimdi bu rasyonel yaklaşımlar üzerinden bu tip değerlendirmeleri yaparken bizim gibi sorumlu mevkilerde bulunan insanlar toplumun gözüne baktığında şunu görüyor: İnsanlar iş yapıyor, çocuklarını askere gönderiyor, okutuyor… Düşünsenize Hakkari’de Tunceli’de evladını okumaya, üniversiteye göndermiş, bunlar 15-20 yıl önce düşünülemezdi ama şimdi mümkün. Veya Hakkari ve Tunceli’den evladını İzmir’e okumaya göndermiş, Ankara’ya göndermiş insanlar, bu ülkede barış istiyorlar, bu ülkede kardeşlik istiyorlar, bu ülkede bu ülkenin değerleriyle birlikte yaşamak istiyorlar. Ve bu ülkede münaferetin ortadan kalkmasını istiyorlar. Sadece kendileri için değil. Erbil’e gitmek istiyorlar, Şam’a da gitmek istiyorlar, etraftaki coğrafyanın tamamında ben olayım istiyor, kendi dilimi orada kullanabileyim, kendi kimliğimi orada kullanabileyim istiyor. Bu, bundan geçiyor. Şimdi bu konuda ben mutsuz olacağım. Yani bu mutsuzluğun tarifi mümkün değildir.
-Çok kısa sürem kaldı, bir sorum daha var, Paris saldırısıyla başladık onunla bitireyim istiyorum. Fransız dergisi saldırıya Fransız dergisinin son sayısının bir özeti veya küçük bir versiyonu Türkçe de yayınlandı bugün, Türkiye’de de yayınlandı. Bu konudaki düşünceniz nedir?
-Ben bunun çok doğru olmadığını düşünüyorum. Tam tersi, hepimiz bu ülkede yaşıyoruz. Biz onun, biz insanların bütün değerlerini istenilen ölçüde, herkes gibi kendimizin dışındaki herkes gibi yaşamak durumunda değiliz ama bizim dışımızdaki insanların yaşadıklarına saygı duymak zorundayız. Daha doğrusu onların varlığını kabul etmek durumundayız ama bu saldırı anlamına gelmemeli. Bu ülkenin %99’u, 95’,i 100’ü hangi ölçüde söylerseniz söylersiniz, bu değere, bunu hangi ölçüde yaşarsa yaşasın inanıyorsa, onun değerini incitmek, onun değerinin üzerine bir şekilde hakarete varır bir anlayış ortaya koyabilmek, bir entelektüelin, bir yazarın, bir çizerin, bir sorumlunun, bir aydının yapması gereken en son işlerden bir tanesi olması gerekir. Ve bunu özgürlük bağlamında değerlendirmek, tamamen ahlâksızlıktır. Bu özgürlük falan değildir. Bunu özgürlük olarak nitelendiremezsiniz. Bu hepimiz için geçerlidir. Bunu ben de yapsam aynı şekilde geçerlidir. Bu bir sorumsuzluktur ve bu sorumsuzluğu yapıp da bu ülkedeki istikrarı, huzuru ve demokrasiyi rencide etmeye kimsenin hakkı yoktur. Bakın herkes istediğini söyleyebiliyor ve herkes için de söyleyebiliyor, incinsek de söyleyebiliyor ama bunu yapmak son derece sorumsuzluktur.