Ülkemizdeki bütün demokrat ruhlu insanların manevi doğum günüdür 7 Ocak. Demokrat Parti’nin kuruluş günü olan bu özel günde o dönemin bir kısa bir analizini yapıp, o ruhtan kendimize birtakım sonuçlar, tesbitler, dersler çıkarmanın yerinde olacağını düşündüm. Faydalı olacağını ümid ediyorum.
İnsanın yaşadığı dönem, bazen takvim itibarıyla kendisine bazı yükümlülükler getirir. Özel insanlar, kaderin onlara oyuna girmesini işaret ettiği anlarda geri durmayan, o işareti algılayan ve yaşadığı toplumu kaderini değiştiren insanlardır. Bizlerin “tarihsel kişilikler” diye adlandırdığımız bu insanlar, dünyayı farklılaştıran, hayatın kırılma noktalarında içinde bulunduğu toplumu ihtiyaç duyduğu yönlere götürebilen insanlardır. Tarihin savaşlarla şekillendiği dönemlerde bu kritik görevi komutanlar, krallar, padişahlar yerine getirmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında ise siyasetçiler dünya tarihinin kumandasını ellerine almışlardır.
Türkiye Cumhuriyeti, yani bizim devletimiz, gözbebeğimiz..Toplumun istisnasız her kesiminden binlerce insanın efsanevi fedakârlığı, canı, kanı pahasına kurulmuştur. 600 yıllık bir imparatorluk bakiyesi üzerine, aynı insanlarla ama yepyeni kurumlarla, yepyeni bir anlayışla bir ülke bina etmek kolay bir iş değildir. Bir yandan kısa süre önce savaşılmış milletlerle ilişkiler hassas dengelerle korunacaktır; bir yandan bütün maddi varlığını kaybetmiş bir ülkeye yeni bir ekonomik hayat tesis edilecektir ve bu yapılırken o savaşılmış ülkelerden de sermaye girişi sağlanacaktır; dünyanın orta yerinde, dünyanın sürekli güçlü olmak zorunda olduğunuz bir coğrafyada ekonomik ve siyasi olarak ayakta kalınacaktır.
Hemen belirteyim ki maksadım, 7 Ocak münasebetiyle sizlere methiyelerle dolu bir Demokrat Parti tarihçesi yazmak değildir. Zaten şu anda bu yazıyı okuduğunuz internet ortamında iki tıklama yaparak bu şekilde yazılmış binlerce metin bulabilirsiniz. Benim sizlerle paylaşmak istediğim iki nokta vardır. Birincisi, Demokrat Parti’nin doğmasına sebebiyet veren, o önemli insanları Demokrat Parti’yi “kurmaya zorlayan” siyaset baskısıdır. İkinci dikkat çekici nokta ise Demokrat Parti’yi, kendisinden sonra gelen diğer bütün partilerden ayıran kişilik özellikleridir.
Siyaset Baskısı
Sınırlara dayanmış düşman, nasıl ki bir milleti savaşmaya zorluyorsa, insanların kafasındaki siyaset de yönetim ortamını bazen birşeyler yapmaya zorlar. “Toplumun talepleri” diye özetleyebileceğimiz bu olgu, siyasi partilerin kurulması sonucunu doğurur. Demokrat Parti’nin 7 Ocak 1946’daki kuruluşu da halktan gelen bir siyasi baskının, meşru bir siyaset baskısının ürünüdür.
Atatürk’ün vefatına kadar olan dönemde, iki önemli demokrasi denemesi, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası denemeleri yukarıdan gelen baskıyla, yani devletin tepesinden, Cumhurbaşkanı Atatürk’ün teşvikiyle olmuştur. 10 Kasım 1938’den sonraki dönemde ise çok partili siyasi hayata geçiş baskısı, halkın siyaset talebinin ürünüdür. Aynı amacın, tepeden gelen yönlendirmeyle gerçekleşmeyip tabandan gelen taleple yapıldığında gerçekleşebilmesi, halka dayanan siyasi hareketlerin ne denli güçlü olduğunu göstermesi bakımından çok açık bir örnektir.
Çok açık ve yadsınamaz bir gerçektir ki halktan böyle bir siyaset talebinin gelmesinin temel sebebi, özellikle İsmet İnönü önderliğindeki CHP zihniyetidir. Halkın değerlerine, bizzat halkın kendisine söz hakkı tanımayan, taleplerini ve inançlarını dikkate almak yerine onları kendi değerlerine göre şekillendirmeye çalışan bu siyaset anlayışı, çok geçmeden toplumda yeni arayışları getirmiş ve tek parti iktidarı üzerinde gizli bir baskı oluşturmaya başlamıştır.
İşte toplumda oluşan bu tansiyon, tıpkı bir buhar makinesini harekete geçiren buhar basıncının birikmesi gibi artmış ve ilk hareket olarak Dörtlü Takrir’i meydana çıkarmıştır. Halkın itici gücü o derece kuvvetlidir ki tek parti rejiminin bütün imkânlarını üstelik askerlikten gelen alışkanlıkla fütursuzca kullanan bir yönetim anlayışını çok partili siyasi hayata geçişe zorlamış, açık fiziki engellemelerle dolu bir seçimle bile onu iktidardan etmiş, bütün polis, asker, bürokrasi gücünü kullanan bu zihniyetle on yıl dişediş mücadele edebilmiştir.
Bu bölümden, günümüz siyasetine çıkabilecek tek mesaj şudur:
Halka dayan, halktan güç al.
Esasen Türk Siyasi tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur. Hatta ülkemizin kuruluşunu sağlayan Kurtuluş Savaşı bile tamamen bu felsefeye dayanır. Yine aynı güç, Demokrat Parti iktidarına etkin ve efsanevi bir kalkınmayı gerçekleştirecek tedbirleri alabilme imkanı sağlamıştır. Çünkü halkın gelişme, kalkınma talepleri vardır ve Demokrat Parti vasıtasıyla siyasetten bütün beklentilerini yönetim erkine yansıtabilmektedir. Bu avantaj, 50’li yıllardaki o başdöndürücü gelişmeyi, deyim yerindeyse tomurcuğun çiçek açmasını sağlamıştır.
DEMOKRAT PARTİ’NİN KARAKTERİ
İncelememizde temel alacağımız ikinci esas nokta Demokrat Parti’nin kurumsal karakteridir. Bir siyasi parti olarak Demokrat Parti, kendisinden sonra gelen bütün partilerin ve hatta devamı niteliğinde olan partilerin bile gerçek ve tam manada sahip olamadığı çok ütopik, çok modern, çok iddialı bir demokrasi anlayışına sahiptir.
Sadece halkın devlet karşısındaki ezik duruşunu düzeltmek anlamında değil, kendi iç işleyişi bakımından da Türk Siyasi hayatında eşine bir daha rastlanmamış özellikler gösterir 1946-60 arası Demokrat Parti. Demokrat Parti grubu, kelimenin tam anlamıyla Türkiye’nin gelmiş geçmiş en anarşist grubudur. Bunu meclis tutanaklarından anlayabiliyoruz. Günümüz partilerinde Genel Başkan, grup toplantılarında herhangi bir muhalefetle karşılaşmaz. Genel Başkan’a muhalif sesler, kısa sürede partiden tasfiye edilirler. Oysa “46 Ruhu” olarak bilinen o günün Demokrat Parti’sinde parti içi muhalefet inanılmaz düzeydedir. Grup toplantılarında Adnan Menderes kıyasıya eleştirilmekte, herhangi bir tasarı, ana muhalefetten önce parti içi muhalefet tarafından didik didik edilmektedir. Bu anlamda hükümet bir değil iki muhalefetle çarpışmaktadır.
Siyasi tarihimizin hiçbir evresinde parti içi muhalefetin bu kadar güçlü ve etkin olduğu bir dönem yoktur.
Aslında bu karakter, ta Prens Sabahattin’den gelen bir anlayışın ürünüdür. Adem-i Merkeziyetçi anlayışın karşısında duran ilk teorisyenlerimizden olan Prens Sabahattin’in siyasetin temelinde bireyi ele alması, Demokrat Parti’nin yönetim felsefesiyle birebir örtüşmektedir. 1946’nın Demokrat Parti’sinde bireyin mutluluğu esastır, bireyin hakları esastır ve bireyin mutluluğu sağlandığı ölçüde toplamda ülkede refah ve mutluluk sağlanacaktır.
Bu bakımdan eski Demokrat Partililere baktığımızda, o günkü konuşmaları incelediğimizde ciddi bir özgürlük düşkünlüğü, bireysel haklara sonuna kadar bağlılık ve bireysel bağımsızlık görmekteyiz. Yönetme erkine karşı boyun eğmek değil, kanunlar dahilinde onun tepesinde sürekli Demokles’in kılıcını sallayan bir tavır vardır. Sonsuz bir özgüven, kanun uygulanmasında inanılmaz bir eşitlik anlayışı. Toplumun hiçbir kesimini siyaseten ayrıştırmayan ve ötekileştirmeyen bir anlayış.
Demokrat Parti’nin kuruluşunun 64. yılında hakkında birçok şey yazılacaktır. Fakat tarihi bir masal gibi dinlemenin büyüsüne kanmadan, bugünün insanına “unutturulmak istenen” yukarıda anlattığımız bu iki özellik, belki de son günlerde yaşadığımız sorunların çözümünün anahtarı olacaktır. Bu anahtarları nasıl kullanacaklarını gelecek kuşaklara aktarabildiğimiz sürece, yıllardır içinde tutulduğumuz dar siyasi kalıplardan kurtulmamız mümkün olacaktır.
Bu vesileyle Demokrat Parti’mizin kuruluşunun 64.yıldönümünü tebrik ediyor, Cumhurbaşkanımız merhum Celal Bayar, merhum başbakanımız Adnan Menderes olmak üzere bu partiye emeği geçmiş olan büyüklerimizin aziz hatırası önünde saygıyla eğiliyorum.